10 Aralık 2014 Çarşamba

Paul Rusesabagina

Hotel Ruanda ! Bu ismi birçoğumuz ya duyduk ya da hiç duymadık.Bir milyar iki yüz milyon insanın evim dediği kıtanın, ismi aklımıza ilk seferde gelemeyecek bir ülkesinin tamamı yabancı sermayeye ait lüks bir otelinde verilen tam anlamıyla bir hayatta kalma mücadelesinin ve bu mücadelenin siyah renkli Oscar Schindler veya John Rabe'ı veyahut ta Sam Childers'ı olan Paul Rusesabagina'nın hikayesiydi beni derinden etkileyen. O'nun verdiği mücadele ile insan olmanın onurunun ne demek olduğunu, vicdanın ve iyiliğin gücünü tekrar iliklerimize kadar hissedebiliyorsak eğer ve yüzbinlerce masum kadın,çocuk,yaşlı demeden yok yere katledildiyse işte burada anlatılmayı hakeden birçok hikaye var demektir.Ben de haliyle bu insanların yaşam mücadelesinde Paul Rusesabagina'nın ailesini bir arada tutmaya çalışırken aynı zamanda 1268 (ağırlıklı olarak kadın çocuk ve yaşlı Tutsi'lerden olmak üzere) Hutu ve Tutsi sivilinin hayatını kurtarmak için verdiği onur ve zeka dolu mücadelenin insani yanından bahsetmek istiyorum.

Öncelikle özetlemek gerekirse,filmin konusu tamamen gerçek hayattan uyarlanmış olup,Tutsi isyancılarının Ruanda Cumhurbaşkanının uçağını düşürüp yönetimi ele geçirmesinden sonra misilleme olarak radikal ve aşırı milliyetçi -interehamwe- Hutu milis güçlerinin Tutsi sivillerini hedef aldığı ve ordunun o anki mevcut duruma çoğunlukla kayıtsız kaldığı bir dönemde ülkede patlak veren ardı arkası kesil(e)meyen ve sonunda 800.000'den fazla Tutsi sivilinin vahşice katledildiği olaylar sırasında, Hutu kökenli bir otel müdürünün Tutsi olan eşini,ailesini ve bir çok komşusunu çalıştığı  Hotel des Mille Collines'e saklayarak onların hayatlarını kurtarmasını konu almaktadır.

Peki işin insani boyutunu ele alacak olursak,(ki şahsımın en önemli gördüğü kısmıdır) "Rusesabagina'nın bu olaylar dahilinde motivasyonu neydi?" diye sormadan edemiyor insan. Tabiikide bu soruya cevap vermek cevabın -gerek sosyolojik gerek bilinçaltısal psikolojik nedenleri de esas alan- çeşitliliği açısından kolay olmasa da verilebilecek muhtemel tüm cevapların ortak noktasının vicdan olduğunu söylemek kesinlikle doğru bir yaklaşım olurdu.Her ne kadar klişeleştirilmeye çalışılsa da, dünya üzerinde bunca kötülüğün arasından iyiliğin nasıl olup ta hala sıyrılarak üstün geldiğine şaşmamak gerek zira kanaatimce iyi ile kötü insan arasındaki en büyük fark iyi insanların yaptıklarına ve yapacaklarına kötü insanlardan daha fazla inanmış olması diyebilirim.Koşulsuz sevgi ve adamışlık,empatinin mutlak gücü,birliğe ve eşitliğe olan inanç ve samimiyet te mümkün mertebe bu galibiyetin diğer nedenlerinin arasında sayılabilir.
Bilhassa samimiyet konusundaki eksikliğimizin ve bu konuda kendimizi yetiştirmek adına isteksizliğimizin pratikte bizi diğer erdemleri de tanıyabilme fırsatından mahrum bıraktığını düşünmek yanlış değildir.Çünkü kişi önce kendine karşı samimi olmalı ki, kendinin bilincindeki samimi bir birey toplum dahilinde aldığı kararların sorumluluğunda ve her daim arkasında durabilecek manevi temeli kendisinde bulabilsin. Bu düşünceden hareketle,vicdanın(ın) sesine kulak vermesi beklenen bir kişi bu yola kendini bilmekle başlayacak kadar büyük bir samimiyetle çıkarsa, bu onun iyi bir insan olabilmesi adına attığı en iyi adımlardan biri olmaz mıydı? Rusesabagina'nın (belki de farkında olmadan da olsa) yaptığı aslında bu değil miydi? O kendini, tüm bu kaosun içinde, kaybetmeden her ne olursa olsun içsesine karşı büyük bir samimiyetle eklesiyastik kaygıları da bir kenara bırakıp salt şahsi vicdanına güvenerek hareket etmedi mi? Ve yine bu sayede diğerlerinin hayatta kalabilmesini sağlamadı mı? Özetle ne şekilde yola çıkmış olursa olsun Rusesabagina orada tüm insanlığa bir İNSANLIK dersi verdi ve bunun değerinin yüzyıllar boyunca yine İNSANLIK adına  alınacak bir dersten de öte olduğuna inancım şüphe götürmez niteliktedir.

Bizi gerçek ve İNSAN yapan sevgidir,vicdandır.. Yitip giden ya da hiç orada olmamış vicdanlara meydan okuyan ve nihayetinde geride kimseyi- tek bir umudu ve yüreği bile- bırakmadan yola devam eden bir ruhun yapması gerekenlerdi  Hotel des Mille Collines'in Hutu kökenli müdürü Paul Rusesabagina'nın yaptıkları..Kısacası kusursuz bir vicdan anlayışı ve örnek bir davranıştı.. İnsan olmak adınaydı..Onunla ve kalbi yaşadığı herşeye rağmen henüz taşlaşmamış olan tüm insanlarla gurur duyuyorum. Bana ve bloguma gelince..Evet farkındayım uzun bir ara verdim ancak sebeplerim vardı her ne kadar hiçbir sebep bu denli uzun bir ara vermeye sebep olmasa da.. Her neyse bundan böyle yine birlikteyiz aynı güç,zevk ve şevkle .Herkese iyi günler diliyorum..

                    -Bir insanın sahip olduğu ya da olabileceği en üstün meziyet -vicdan-dır..-
                                                                         
                                                                         U.E.





8 Temmuz 2014 Salı

Kozmos ve çocukları yani bizler...


"we are a way for the cosmos to know itself"
Carl Sagan,

"Biz, evrenin kendini tanıma yollarından biriyiz."
Carl Sagan,

Üstadın sözleri üzerine konusmak yerindedir diye düşündüm. Evet biz gerçekten de kendini inceleyen bir evreniz, işin güzelliği de burada değil mi aslında? Biz hepimiz sen-ben-biz, onlar hepimiz aklımıza gelen herkes ve herşey işte hatta zaman ve mekan da dahil herşey, mükemmel olmayan ama ironik olarak biraz da bu yüzden heyecan ve umut veren, bir kozmosta yaşıyoruz, En küçük atom altı parçaçıktan hatta kuantum köpüğünden tutun da  en büyük sistemlere kadar enerji ile dolu bir sistem ve biz bu sistemin kendini tanımaya,öğrenmeye çalışan organik elçileriyiz..Bütün kutsallık aslında burada hatta bize o kadar yakın ki burnumuzun dibinde bile değil, bedenimizin, beynimizin ve kalbimizin içinde ama ne var ki biz bu kutsallığı hala uzaklarda arayarak zaman kaybediyoruz.(Burada dinlerin getirdiği kozmolojiye girmeyeceğimden şüpheniz olmasın.Bu üzerine zaman ve ilgi harcanmaya değer ayrı bir tartışma konusu.) Ne varki doğaya yaklaştıkça, onu anladıkça ve tecrübelerimizi birikime dönüştürdükçe bizler yani, kozmosun çocukları ona hayırlı ve faydalı birer evlat olabilme şansını yakalayacağımız kanaatindeyim.Burada kastım aslında çok açık ve net,doğayı anlamak ve onu bütüncül ve paylaşımcı bir yaklaşımla Sagan'ın da dediği gibi "-canlı ve tek bir organizma- olarak görmektir." Çünkü artık gayet iyi biliyoruz ki "Kendisiyle savaşan bir organizma yok olmaya mahkumdur".

Bunu anlayabilmek o kadar önemli ki...Bakış açımızı değiştirebilmek için bencilliklerimizin yerini özgecil davranışlarımız almalı. -Birey-in kozmosun en önemli parçası olduğunu bilmek bize bireyin diğer bireylerden üstün olduğunu değil diğer bireylerin de en az bizim kadar üstün olduğunu düşündürmeli...Tabiiki unutmadan belirtmek istediğim birşey var, o da burada bahsettiğim idrak etme sürecinin, doğayı anlamanın onu değiştirmek için gerekli olduğunu ve onu değiştirmenin de esas olduğunu düşünen -Marksist felsefe-nin öngördüğü değişim süreciyle taban tabana zıt bir yolda olduğudur. Doğayı anlamak ve ona daha iyi entegre olabilmek esastır çünkü, onu değiştirmek değil. Nitekim doğayı değiştirmenin yararlı beşeri getirileri ol(a)mayacağının marksist felsefenin gerilemeye başladığı 20. yüzyılın ikinci yarısında daha belirgin bir şekilde idrak edildiğini tecrübe ediyor ve düşünüyorum.Bununla birlikte kendime ve sizlere soruyorum, İnsan aklının mutlak zaferi,onun (insanın) işlevsel silsilesini anlayabildiği doğaya, düşünsel süreçlerinin sonunda ürettiği mantıksal çıkarsama ve nihayetinde geliştirebildiği pozitif ve yapıcı yaklaşımlarla eklemlenebilmesiyle mümkün değil midir?

İşte bilimin devreye girdiği nokta da tam olarak burasıdır.Aslında bir bakıma Sagan "Bilim,salt bir bilgi kütüğü/kaynağı olmaktan da öte bir düşünme biçimidir, şüpheci bir yaklaşımla evreni sorgulama ve araştırma yöntemidir" derken, uygulamalı bilimin doğayı değiştirmek için değil de onu anlayarak doğal ya da yapay süreçlere mantıklı çözümler üretebilmek ve ona daha iyi entegre olabilmek için kullanılmasını öngören bir düzen ve düzlemde insanın üzerine düşen şüpheci yaklaşımlara layıkıyla başvurması gerektiğini de düşünmemiş midir sizce? Sorunlarımızın ve sorularımızın önceliğini belirleyebilmek bu konuda harekete geçip doğayı koruyabilmek açısından hayati önem taşır dolayısıyla harekete geçtiğimiz zaman doğru,yerinde ve zamanında kararlar da alabiliyor olmamız gerekir ki bu da sağlam bir bilimsel birikim ve altyapıyı gerektirmektedir.En önemlisi de mikro kozmos ile makro kozmosun aslında aynı şeyler olduğunu anlayabilmektir.Bugünlük te en azından bu konu ile ilgili düşünsel faaliyetlerimin sonuna geldim. Zaman ayırıp okuduğunuz için teşekkür ederim. herkese iyi akşamlar arkadaşlar :)

                                                                                U.E.





22 Haziran 2014 Pazar

'inanılabilecek olan şey' vs. 'düşünülmesi gerekecek olan şey'


Pascal  Acot 'un "Bilim Tarihi" kitabında yer verdiği,Fransız düşünür Gaston Bachelard'ın bir sözü kafamı saatlerdir kurcalıyor ve şimdi sanırım biraz buna değineceğim, Öncelikle söz şu;

"Gerçek hiçbir zaman 'inanılabilecek olan şey' değil, her zaman 'düşünülmesi gerekecek olan' şeydir."

Bunun üzerine biraz tartışalım, ilkin şunu belirtmeliyim ki, diğer blogumu okuyanlar -gerçek- konusuna ne kadar takıntılı olduğumu ve bu konuda çok fazla şey düşündüğümü ve bu kadar düşünmeme ( hatta bazen uykularımı bile kaçırmasına) rağmen bu konudaki -hakikati bulma- ve -yeni birşeyler öğrenme- açlığımı gideremediğimi iyi bilirler.Çünkü öyle bir durum söz konusu olsaydı şu an bunun üzerine tekrar birşeyler yazma gereği duymazdım diye düşünüyorum. Evet millet, düşünmeye başlayalım ve bilelim ki bugün şu an burada yazacaklarım,bizi hiçbir yere ulaştıramadığı gibi sorunsalı daha da derine götürebilir,içinden çıkılmayacak bir vaziyete sokabilir, ama pozitif düşünmek gerekirse de,belki de bize hayatla ilgili çeşitli yeni ve -umut vaad eden- çözümler de sunabilir. Bu yüzden şu an fikir selimde benimle aynı akıntıya kapılmanızı istiyorum. ...Gerçeğe inanmak..

"Gerçeğe inanmak" dışarıdan ne kadar da basit görünüyor değil mi? "Bunda ne var ki?!" diyebiliriz, gerçek olana inanılır zaten.. Ama İnanç kelimesi devreye girdiğinde aslında işler biraz da değişiyor. Burada kastım tabiiki dini, sosyolojik,politik vb akım ve görüşlere olan inanç değil bir kere bunu baştan belirtmekte fayda var. Bunları da dışarıda tutuyorsak inançtan kastımız ne o zaman? Burada biraz daha özel anlamıyla kullanılan inanmaktan bahsedersek daha açık olur sanki... İnanmak nedir? Birşeyin varlığını kabul etmek mi? Onu bilimsel disiplinlerin de yaptığı gibi gözlem ve deneylere dayandırarak algılarımızdaki yerinin temelini sağlamlaştırmak mı? Biz neden inanırız?, daha da spesifik bir yaklaşımla sormamız gerekirse "gerçeğe inanmak" doğru mudur? Yoksa her zaman şüphe mi hakim olmalıdır zihinlerimize? Duygular söz konusu olduğunda algılar biraz da gerçeklikten uzaklaşır nitelikte olduğu için "inanmak" kelimesi semantik olarak duygularla daha iyi bir uyum içerisinde gibi durmuyor mu?. Yoksa inanmak, önkoşullanmalarımızın karşılığını bulmuş şekli midir? Yani beklentilerimiz buluntularımızla örtüştüğünde mi inanırız? Bu soruların cevabını dürüstçe kendimize -kendimizi vererek- vermeliyiz ki anlamlı ve -gerçekçi- bir sonuca ulaşabilelim. Bachelard, "Gerçek hiçbir zaman 'inanılabilecek olan şey' değil" derken neyi kastediyor du peki? Olaya bir de bu açıdan bakmak bizi hem konunun bütünlüğüne daha da yaklaştıracak hem de aradığımız cevabı bulmamızda bize bir o kadar yardımcı olacak. Gerçeğe inanmayarak gerçeğin varlığını reddetmiş olmaz mıyız? Kuşkusuz ki bu söz gerçeği bütünüyle reddetmiş veya reddedecek olmamız gerektiğini belirtmek için söylenmemiş,aksine ondan şüphe duyarak dogmatik eğilimlerimizin üstesinden gelebilmemizde ve yeni bakış açıları üreterek epistemolojik yaklaşımlarımızı çeşitlendirebilmemiz konusunda düşünmeye sevk etme amaçlı söylenmiş. Bununla ilgili bir sorun yok, ne varki "gerçek 'inanılabilecek olan şey' değil" sözü bu bağlamda fazla iddialı durmuyor mu? Durum böyle olsaydı "ondan(yani -gerçek-ten) şüphe etmeliyiz!" demekle yetinmezmiydi Fransız düşünür? Neyi kastetmiş olabilir acaba. Hala daha üzerinde düşünüyorsam şu an, demekki doğru yoldayım. :) Bunu düşünürken aklıma şu da gelmiyor değil, Düşünür, acaba daha önce gerçeklik algısını ya da gerçek olarak bildiği/varsaydığı/öngördüğü şeyleri kaybederek bunlardan bir ders mi çıkardı? Yani bir bakıma bize "en gerçek olduğunu bildiğinizden bile şüphe edinki doğruya daha çok yaklaşasınız" gibi bir yarı-bilinçaltısal, yarı-doğrudan bir mesaj mı saklı bu sözde? Aslında sözün devamına bakacak olursak pandoranın kutusunun biraz daha aralandığını görüyoruz.Sis perdesi yavaş yavaş kalkıyor gibi..Gerçek "her zaman 'düşünülmesi gerekecek olan' şeydir." Gerçeğin üzerine düşünmek yani şimdi de kastımız.. Biraz da bunu inceleyelim, belki de burada bişeyler bulacağız sorularımızla ilgili..

Gerçek, "her zaman 'düşünülmesi gerekecek olan' şeydir." Buradan hiçbir zaman gerçeğe ulaşamayız gibi bir sonuç çıkmıyor mu? O halde madem üzerinde sürekli düşünecek isek,(yani benim anladığım kadarıyla şüphe etmeyi onu bulduğumuz zaman bile sürdürecek isek) biz gerçekten -gerçeğe- nasıl ulaşabileceğiz, ya da ulaştığımızın gerçek olduğunu nasıl bileceğiz? Bu paradoksal bir yaklaşım değil mi? Ayrıca -Gerçek- "her zaman 'düşünülmesi gerekecek olan' şeydir." derken, şu an bulduğun bir -gerçeği- üzerinde çok ta zaman kaybetmeden geride bırakarak ama yine bu gerçekten hareketle daha ileri gitmemiz mi önerilmiş? Bu da ayrı bir soru işareti tabiiki.Zeki insanlar ince sözler söylerler ve bu sözler,-zaman zaman- kelimelerindeki harf sayısından bile daha çok sayıda birbirinden farklı anlam da taşıyabilir., benim düşüncem de bu yönde..Ve aslında kafamızı kurcalıyorsa ve bizi derin düşünmeye sevk ediyorsa bu gibi sözler ve fikirler üzerine medeni cesaretimizi de ortaya koyarak tartışmalıyız. Görüşler tartışmaya açılmalı ama tartışırken soru(n)ları,önermeleri ve/veya fikirlerimizi önce karşımızdaki kişiye değil kendimize sormalıyız. Bu sayede biryerlere daha kolay varabilmemiz mümkün olmakla birlikte yenilikçi fikirlere daha açık hale gelebiliriz. Bir kere şunu asla unutmamalıyız. Fikirde çeşitlilik kişilikte yüceliğe giden yoldur ve biz fikirlerimizi çeşitlendirebildiğimiz derecede çevremiz tarafından anlaşılabilirliğimiz artar.Bu bağlamda zaten bütün çatışmaların nedeninin anlaşmazlık olduğunun şüphe götürmez olduğunu söylemek yerinde olmaz mı?

Fransız düşünür Bachelard'a çok teşekkür ediyorum çünkü beni düşünmeye sevkeden bir söz söylemiş kendisi ve umarım burada sorduğumuz sorularla ve aradığımız cevaplarıyla gerçeğe biraz daha yaklaşabilmişizdir.Fazla da retoriğe girmeden yazımı manidar olduğunu düşündüğüm, bir Mısırbilimci olan Gerald Massey'in muhteşem sözüyle bitirmek istiyorum.

    "Gerçeği otorite olarak kabul etmek yerine,Otoriteyi gerçek olarak kabul edenler için, Bu çok zor olmalı"
                                                      
                                                   Herkese iyi akşamlar diliyorum...

                                                                        U.E.

20 Haziran 2014 Cuma

Herşey karşılıklı mı? Güvene ne oldu?


Hayatta herşeyi karşılıklı sanıyor insanlar artık, onlar için birşey yaptığında "mutlaka bunun altında yatan bir nedeni vardır" diyorlar. Böyle düşünmelerini eleştirmiyorum ama yeniliklere ve herkesin aynı olmayacağı fikrine neden açık değiliz? Neden bize veya bizim için güzel birşey yapan birinin bir menfaati olduğu için bunu yaptığını düşünüyoruz? Sorun ve sorunlar güvensizlikle çözülmez, daha da artar.. Güvenmek için cesaret gerekir, hepimiz korkuyoruz güvenirsek kaybederiz diye, aslında güvenirsek kaybetmeyiz, bizim güvenimizi boşa çıkaran kişi kaybeder, çünkü güven vermek te güven almak ta aslında çok zor şeylerdir. Bu yüzden biz, kaybetmez aksine kazanırız, hayatta herkes herkesten birşeyler öğrenir derim hep, sokaktaki bir dilenciden bile dilenci olmanın,dilenmenin yanlış birşey olduğunu öğreniriz, bize yanlış yapan insanlardan da yanlış yapmamayı öğrendikçe biz, biz olmaya yani insan olmaya başlamışız demektir.Tecrübelerimiz altın değerinde tabiiki ama korkmamalıyız bazı şeylerden.Tecrübe kazandığımızda birşeyleri kaybettik demektir aslında, bu kaybı Freud çok güzel tanımlamıştır aslında. Freud tecrübeyi, güven,sevgi,bağlılık,aşk gibi insani duygulardan kopmamız olarak tanımlar.Bense Freud amcama ek olarak tecrübeyi,düş kırıklıkları, düşünce kırıklıkları, inanç kırılmalları ve yoksunluğun hissiyatımıza bahşettiği duygusal yoksulluk olarak görüyorum.ne varki çözüm olarak ta düşüncelerde yaşamak yerine düşüncelerle yaşamalıyız, ilk adımı hep biz atmalıyız, ortada muğlak bir durum varsa bunu farkeden ilk biz olmalıyız, birşeylerin ters gittiğini ilk biz belirtmeliyiz, bunu açıkça söylemeliyiz, kaybedeceğimiz birşey yok, ters giden birşeyleri farketmek ve bunu dile getirmek bence bizim insani vasıflarımızı hala daha kaybetmediğimizi gösterir. Koşulsuzca ve karşılıksızca birşeyler yapmalıyız insanlardaki güvensizliği kırmak için. Mesela elimize bir kaç bisküvi,çikolata vb alıp onu sokakta gördüğümüz insanlara rastgele dağıtmayı denemeliyiz.Teşekkür beklemeden yapmalıyız bunu. Öyle doğal olmalıyız ki bunu yaparken,karşımızdaki bizim kim olduğumuzu düşünmektense ve niye ona bu jesti yaptığımızı anlamaya çalışmaktansa , yaptığımız şeye hatta yaptığımız şeyin beklentisizliğine ve karşılıksızlığına odaklanmalı.. İşte belkide böyle şeylerle ufak ufak kırabiliriz insanların içindeki güvensizliği.. Yani en azından şunu bilirler, "Birşeyler karşılıksız da yapılabiliyormuş hala daha".."Bu bana mı düşer?" demeyin, zaten bugüne kadar hep "bana mı düşer?" dendiği için güven konusunda bugünlere geldik.Söylediklerim ütopik gelebilir distopik tecrübeler yaşamış bazılarına. Ancak şunu unutmamak lazım,denemeden hiçbirzaman bilemeyiz ve denemekle asla birşey kaybetmeyiz! Herkese iyi akşamlar !

                                                                            U.E.

19 Haziran 2014 Perşembe

Konuşmak ta önemli ama anlamak çok daha önemli..

İnsanlar uzun uzun konuşuyorlar ama anlamanın önemi bence hep ikinci planda kalıyor,daha da ötesi düşünmenin ne kadar gerekli olduğu hiç dikkate alınmıyor. Önce düşünceler olacak ki konuşulsun, Ben fikir ile düşüncenin aynı şeyler olduğunu ve birlikte ele alınması gerektiğini pek sanmıyorum, neden mi? Çünkü insanlar herhangibir konunun üzerinde çok fazla düşünmeden de fikir sahibi olabiliyorlar. Bu tehlikeli ve zararlı birşey aslında ama buna maalesef engel olamayız, çünkü aslında biz de aynısını yapıyoruz zaman zaman, bir konu hakkında düşünmeden ya da -en azından- yeteri kadar düşünmeden fikir sahibi olabiliyoruz daha vahim olan durum da şu ki fikir sahibi olduğumuz konuyu çeşitli şekillerde hemen eyleme dökme girişiminde bulunuyoruz. Buna dur diyebilmeli insan! Oturup üzerinde düşünmeli görüşlerini,fikirlerini.. Bunları herhangibir düşünce sistemiyle akıl ve mantık süzgecinden geçirebilmeli kendine karşı bu konuda her zaman dürüst olmalı çünkü unutmaması gereken şey şudur; doğru, sen onu kabul et ya da etme, gör ya da görme, anla ya da anlama her zaman ama her zaman doğrudur ve oralarda biyerlerde tüm tevazusuyla senin onu bulmanı bekliyordur, Bir biyologun varlığını tahmin edip aradığı ve yıllar sonra bulduğu bir böcek türüdür doğru, Bir fizikçinin delicesine araştırmalara boğulup peşinden koştuğu ve nihayetinde ona yaklaştığı Büyük Patlamanın kozmik kalıntılarıdır, bir ilahiyatçının tüm temiz kalbiyle tanrıyı arayıp bulmasıdır. Yani doğru aslında bunların hepsidir..Ama tek bir şart var bence, yani tek bir önşart olmalı. Üzerinde düşünmek!!! Bu o kadar önemli ki. Hepimizin ulaşmak istediği doğru bilgi değil mi? Hangi birimiz kandırılmaktan hoşlanır, ya da hangimiz kandırıldığını bile bile bu hayatı yaşamak ister? Eğerki ben bundan yani kandırılmaktan ve bunu bile bile yaşamaktan mutluyum diyenlerimiz varsa zaten onlar illüzyonun dogmatik girdaplarında kaybolmuşlardır demektir.Ve bu yazdıklarım en azından onlar nezdinde asla amacına ulaşmamış ve ulaşamayacak demektir, ki bu da onları konu üzerinde yeteri kadar düşünmeye sevk edememiş olacaktır.Gelelim anlayabilmeye..
 Anlamak, yani Arapça söylemiyle idrak - ki bu kelime 3 temel anlamı içerir-, "Anlama yeteneği", "anlayış" , "akıl erdirme" ve bunların yanısıra başka anlamları da vardır "erişme", "ulaşma" ve felsefede ise "algı" olarak karşılığını bulur, Kelamcıların üzerine basa basa vermek istediği anlamı da "tümevarımla özelden geneli kavrayabilme yetisine sahip olabilmek" tir.Neden Arapça kullanımına değindim, çünkü sanırım Arapça'da daha fazla anlama gelebiliyor ve ifade gücü daha kuvvetli gibi.. Özel bir nedenim yok yani.Biliminsanlarına gelecek olursak anlamak onlar için herşeydir, çünkü onlar diğer insanlar gibi hemen anladıklarını düşünmezler ve anlamaya çalışırlar, bilimi harika kılan, özel kılan, onu heyecan dolu kılan şey "anlamaya çalışmak"tır... Dahası bilim anladıkça kendini geliştiren ve daha çok anlamaya yönelen bir disiplindir. Yanlışlanabilir olması bilimin bir eksiği veya hatası değildir,aksine bu durum onun mükkemmelliğinin kanıtıdır.Yanlışlanabilen bilgi gelişime açıktır, bu yüzden biliminsanları "anladıklarını" tartışmaya açarlarki gerçeğe daha da yaklaşabilsinler.Newton'ın teorilerinde yanlışlar olabileceği şüpheci zihinlerce düşünülmeseydi belkide Einstein gibi büyük bir biliminsanını hala daha anlayamamış olacaktık, ve günümüz teknolojisi dediğimiz şey belkide yüzlerce yıl geriden takip edecekti..Bilim yanlışlanabilirdir ve doğruya ulaşmak amacından başka hiçbir amacı yoktur ve olmamalıdır, aksi takdirde bilim olmaktan çıkar ve aslına hakaret niteliği taşımaya başlar.. Ki bu eşzamanlı olarak ta insan aklına hakarettir..
......
İşte bu kadar tanım yaptıktan sonra anlamanın kelime anlamından öteye geçecek olursak, karşımıza nasıl anlamamız gerektiği düşüncesi çıkar ki asıl varmak istediğim konu da bu.. Karşımızdaki insanı anlamaya çalışırken aslında bilimsel methodu kullanmak en güzeli bence. Yani düşüncelerimizin her ne şart altında olursa olsun, ve her ne kadar kesin olduğuna güvenirsek güvenelim, her daim yanlışlanabilir olabileceği ihtimaline açık kapı bırakmalıyız. Bunu şöyle bir örnekle açıklamak istiyorum, misal taş devri zamanında uzak mesafeler arası iletişim mümkünmüydü? Hayır... Hatta bu hayal dahi edilemezdi. Çünkü böyle bir ihtiyaç bile yoktu, o dönemin insanları için cep telefonu hatta sabit telefonlar bile imkansızdı, ve bunu (yani böyle bir teknolojinin imkansız olacağını) o gün sahip oldukları bilgilerle açıklayıp destekleyebilirlerdi bile, zaman yolculuğu yapıp geçmişte yaşayan birisi oraya telefon hatları kurmadan ve ilk telefon görüşmesini sağlamayadan bu kişileri ikna bile edemezdi, hoş :) etse de ona büyücü bile denebilirdi,.. Kısacası o dönemin insanları için telefon ve kıtalararası iletişim "kesinlikle olamaz" konumundaydı çünkü hayali bile kurulamazdı, ama bir söz vardır ya hani "asla asla deme!" diye., işte önemli olan bu söz aslında. Çünkü biz hala birçok şey için "asla!" diyoruz..Düşüncelerimizi değişime açık tutmak bizi düşüncelerimizde zayıf değil aksine daha da güçlü kılar! Ve bunun yani değişime açık duruşun, başından beri anlatmaya mücadele verdiğim "anlamak-idrak etmek" konusunda da bize yol gösterici olacağına hiç şüphem yok.

Özetle, Anlamak gerçekten iletişimde en önemli adımlardan biridir, ve aslında aynı zamanda da çağımızın en büyük sorunlarından biridir. Unutmamamız gereken şey şu olmalı bence, Ünlü Astrobiyolog Carl Sagan'ın kozmolojisinden biraz anladıysam, -biz- yani tüm dünya tek parça halinde birbirine bağımlı birçok dişlinin birbiriyle uyum içerisinde hareket ettiği ve hareket etmek zorunda olduğu tabiri caizse biyo-mekanik bir organizmayız, ve "kendisiyle savaşım içerisinde bulunan bir organizma yok olmaya mahkumdur" Hayatta kalabilmemizi sağlayan yegane tutum, anlaybilme ve değişime açık olabilme gücümüzdür, Bundan yola çıkarak konuşmamızın niceliğinden ziyade niteliğine odaklanmalıyız.

                                                            Herkese iyi akşamlar :)        


                  
                                                                        U.E.

İlk günüm ve fikirler sel gibi...

Bugün blogumda ilk günüm arkadaşlar, yıllarca şiir blogumu yönettim ve uzunca olan hissiyatlarımı hep kısaca anlatmaya çalıştım kendimce. Bu blogu açmak istememin en önemli nedenlerinden bir tanesi kafamı hatta tüm insanlığın kafasını kurcalayan bütün sorunları kendime ve insanlığa sormak ve dilim,beynim ve kalbim yettiğince bu sorulara cevaplar aramak-bulmaktır. İmla ve noktalamam pek iyi değildir mazur görün lütfen, önceliğimi hissiyata vericem çünkü bu sayfamda. Az önceki gibi devrik cümleler kurabilrim, ya da şu son cümlemdeki gibi bazı kelimelerin "i" lerini "e" lerini unutabilirim ya da yine şu son cümlemedeki gibi "i" ler "e"ler derken arasına virgül koymayı unutabilirim vs. Ne olur mazur görün ki maruz kalmayalım filolojik eleştirilere..Çünkü elimden geldiğince önem vereceğim tek şey yazarkenki heyecanım olacak :)

Evet, ben kim miyim? belki de bu soru gelebilir aklınıza, benim kim olduğumdan daha önemlisi ileride ne olacağım,nasıl bir insan olduğum ve hissiyatımın ne olduğu ve nasıl olduğu aslında...Bizi biz yapan, yani insanı insan yapan duyguları ve bu duygularını düşünceleriyle temellendirebilme gücüdür, bizi hayvanlardan diğer canlılardan ayıran en önemli özelliğimiz duygu ve düşüncelerimizi ortak bir potada eritebilme gücümüz değil mi? Yine de kimsin sorusuna sadece ufak bir ayrıntı vereceğim, "boş dünyanın boş işleri" adlı blogun
sahibiyim,gerisi zaten dediğim gibi kim olduğum vs bunlar -boş dünyanın boş işleri- gerçekten.Bir de aslında şunu da hatırlatmak istiyorum haddimce, Ben kimsem o 'yum ama "siz kimsiniz?" ben kimim diye kendinize sormalısınız. Bu gerçekten bir çok soru(-n-)un cevabını verebilir.Lütfen MİM isteği vb de göndermeyiniz burda derdimiz kendimizi anlatmak değil, evrensel olan hissiyatı betimlemek bu yüzden önce kendimizi tanıyalım diye yazıyorum aslında bu blogu da, ve burada  özgürce düşüncelerimizi paylaşabiliriz bunu da unutmayın. Ama siz de anlayış gösterirsinizki siyaset,din vb konulara pek girmek te istemiyorum ve okuyucularımın da bu konuda bu hassasiyetime özen göstereceğini umuyorum.Tüm siyasi görüşlere eşit uzaklıkta tabiiki değilim, ama burda en azından öyle olmak durumundayım.Konuşulmak istenen her konunun altında mutlaka iyi niyet aranmalıdır çünkü yazdığım herşeyi iyi niyetle yazıyorum bundan kimsenin zerre kadar şüphesi olmasın.Elbetteki zaman zaman -karşılıklı- yanlış anlamalar, kırılmalar, gönül koymalar olacak ama bilinki hiçbirinde niyetim art değildir sizlerin niyetinizin de art olmayacağından da şüphem yoktur. Yoksa bu yazıyı sonuna kadar okuma zahmetine girmezdiniz diye düşünüyorum.

Özetle, blogumda her konuda dürüst olmaya çabalarsam gerçeğe o kadar yaklaşacağımı düşünüyorum ve gerçeğe ne kadar yaklaşırsam bunun beni ve bizleri o kadar mutlu edeceğine inanıyorum, bana sorduğum sorularda,yazdığım şeylerde yardımcı olun arkadaşlar ki, birlikte gerçeğe daha da yaklaşalım..Sözü fazla da uzatmadan şimdilik iyi vakitler diliyorum herkese, bundan böyle zaten neredeyse hergün birlikteyiz.

dip not: "boş dünyanın boş işleri" bloguma tam gaz devam edeceğim... :)
                                                                    
                                                                              U.E.